FilmSinema

The Batman Film İncelemesi – Başyapıta 1 Kala

Son zamanların en çok beklenilen filmlerinden olan Matt Reeves’in The Batman’i bu cuma ülkemizde vizyona girdi. Çoğu sinemaseverin merakla beklediği yapım, çoğunlukla olumlu ve tek tük negatif eleştiri almış gibi gözüküyor. Benim de çıktığı hafta sonu izlediğim The Batman, kesinlikle üzerine konuşulması gereken bir eser.

The Batman: Gerçek Bir DC Hikayesi

Genellikle DC ve Marvel evrenleri karşılaştırılırken DC’nin karanlık ve gerçekçi, Marvel’in ise eğlenceli ve renkli olduğu söylenir. Gerçekten de DC evreninde kan, vahşet, pornografi yer yer görebildiğimiz öğelerken Marvel’da daha aile ile tüketilebilecek içerikler üretilir. Bu da Marvel’in izleyici kitlesini ve hakeza para kazanabileceği insan sayısını DC’nin birkaç katı yapıyor.

Batman ve Gordon

Hal böyleyken sinema hakları Warner Bros’un elinde bulunan DC Sinematik Evreni, daha fazla para kazanma uğruna kendinde bulunan karanlık yönleri yontup sinemada Marvel’vari eserler ile karşımıza çıktılar son birkaç yılda. Aquaman, BvS, Justice League bunlara birkaç örnek. Bu durum karakterlerin hem o gerçekçi ve derinlikli yönlerini kırptı hem de MCU tarzı tahammül edilmesi zor bir gevşeklik verdi onlara.

DC sinematik evrenine dahil olmayan bağımsız yapım The Batman ise uzun zamandır beklediğimiz o gerçekçi ve karanlık atmosferi sonunda bize sunmayı başarıyor.

Delilik ile Süper Kahramanlık Arasında

Süper kahraman filmi denildiğinde aklınızda ne canlanıyor? Gözlerden çıkan lazerler, yıkılan devasa binalar, mutantlar, uzaylılar… Yani gündelik yaşamda asla karşılaşamayacağımız ve empati kurmamızın imkânsız olduğu karakterler görüyoruz.

Bu filmdeki Batman ise bu klişelere hemen hemen hiç düşmüyor. Tamamen gerçek dünyada geçen bir yapım var karşımızda. Depresif bir milyarderin kendi psikolojik problemlerinden kaçmasının bir tezahürü olarak karşımıza çıkıyor Batman karakteri.

Bruce Wayne, erken yaşta ailesini yitirmesinin ve onca yıl bir fanusta yaşar gibi malikanesinden çıkmamasının bir sonucu olarak depresif, içe kapanık ve sevgiye aç bir karakter. Bu olumsuz düşünceler bir parazit gibi beynini kemiriyor. Onlardan kaçmak için kendine alt bir kimlik inşa edip geceleri kötülerin peşine düşüyor. Bruce Wayne iken ayakta zor duran karakterin maskeyi giydiğinde tam tersi bir özgüvene sahip olması bunun en büyük göstergesi. Batman, aslında Bruce’un kendinden kaçışından başka bir şey değil. Maske takmış bir ruh hastası bu filmde Batman.

Dedektif Batman

Daha önce de dediğim gibi bu filmdeki Batman bir süper kahraman değil. Daha çok maskeli bir psikopat, biraz da dedektir. Batman’den çizgi romanlarında daha çok ‘dünyanın en iyi dedektifi’ olarak bahsedilir. Sinema perdesinde bu çizgiyi tutturan tek yapım olmayı başarıyor Matt Reeves’in Batman’i.

Yönetmen, bu dedektiflik hikayesini Seven filminden oldukça ilham alarak seyirciye sunuyor. Yer yer Nolan filmlerinden de etkilendiği belli olan yapım, yine de başarılı bir sentez olarak karşımıza çıkıyor.

Ayrıca Riddler’in bulmacaları biz izleyenlerin filme olan dikkatini arttırıp daha odaklı izlememize sebep oluyor. Bu yönüyle MCU gibi en aptal izleyiciye değil, ortalama üstü bir zekaya göre anlatıyor hikâyeyi yapım.

Seksapalitenin Kusursuz Kullanımı

Film çıkmadan önce en çok korktuğum şey Batman ve Catwoman arasında vıcık vıcık bir ilişki olmasıydı. Kedi Kadın belki de süper kahraman dünyasının en çekici birkaç karakterinden biridir. Onunla Batman arasındaki ilişkiyi dengeli işlemek için yönetmenin gerçekten çok dikkat etmesi gerekiyordu. Aksi durumda bayat aşk hikayesi ve çekiciliği dışında numarası olmayan bir karakter çıkabilirdi ortaya.

Filmde bu durumların hiçbiri yaşanmıyor. Zoë Kravitz hem karakterini mükemmele yakın oynuyor hem de bize görsel bir şölen yaşatıyor. Bir erkek olarak Batman ile Kedi Kadının yakınlaştığı sahnelerde karakterin çekiciliğinden ben bile etkilendim diyebilirim. Kesinlikle büyüleyici.

İyi Adam Performansı

Robert Pattinson’un Batman’i oynayacağı açıklandığında sinema dünyası ikiye ayrılmıştı. Onu Harry Potter ve Alacakaranlık serierinden hatırlayanlar bu oyuncu seçimini beğenmezken The Lighthouse gibi son filmlerini izleyenler Pattinson’a şans veriyordu. Açıkçası ben Pattinson’u Batman olarak beğendim. O tecrübesiz, bazen korkan, bazen gereksiz aksiyona giren Batman: Year One havasını geçirdi seyirciye. Özellikle maskesiz sahnelerde depresif Bruce Wayne hissiyatını tam olarak vermeyi başarıyor.

Diğer bir ana karakter ise Jeffrey Wright’ın oynadığı Komiser James Gordon. Jeffrey Wright’ın sade oyunculuğunu Westworld’den beri severim. Bence bu filmde de üzerine düşen görevi tam olarak yerine getirmiş. Filmde, tecrübesiz bir diğer karakter olan Gordon’un da güzel yazıldığını düşünüyorum.

Kötü Adam Performansı

Filmin en güçlü yanları ise kötü ardam performansları.

Özellikle ana kötü Riddler’i oynayan Paul Dano mükemmel bir iş çıkarmış. Çok parlak bir performans.

Ayrıca Penguen ve Falcon karakterleri de hem derinlikli hem de gerçekçi şekilde karşımıza çıktılar. Amacı olmayan sadece kötülük için var olan karakterler değil gerçek hayatta benzerlerine rastlayabileceğimiz villainlar olmuşlar.

Riddler

Son Anda Batırmak

Bu noktaya kadar filmi ve oyuncu performanslarını hep övdüm ki 3 saatlik filmin ilk 2 saati tek kusur yok neredeyse. Her şey akla mantığa uygun ve kaliteli fikirlerden oluşuyordu ki filmin son 1 saati başladı.

İlk başta Alfred’in bomba tuzaklı zarfı dikkatsizce kurcalamasıyla başlayan mantık hataları zinciri bir anda filmin son bir saatini ele geçiriyor.

Riddler’in sebepsiz yere kendini polise yakalatması, Batman’nin sürekli düşmemek için bir yerlere tutunması, 500 kişinin bir adamı alt edememesi… Kusursuz ilerleyen film bir anda final sekansında tökezlemeye başlıyor.

Final sekansları filmlerin en yüksek yoğunluğa sahip bölümleri olur ve finali nasılsa biz de filmi o şekilde hatırlarız çoğunlukla. The Batman’in filnal bölümü hem gereksiz uzun hem de çok sayıda mantık hatası barındırıyor. Matt Reeves inat etmeyip tempo düşüren gereksiz sahneleri kesse ve biraz da orijinal fikirlerle çözüm sekansını yazsa, The Batman – Dark Knight ayarında bir yapım olabilirmiş.

Ayrıca süper kahraman filmlerini izledikten sonra insanda binalardan atlama, ağ fırlatma, kötülerle dövüşme isteği oluşur genelde. Örneğin her Spider-Man filmini izlediğimde bu hisleri yaşarım kısa süreliğine. The Batman bittiğinde ise ‘sonunda bitti’ düşüncesi oluştu kafamda. Çünkü son bölümde o kadar gereksiz sahne vardı ki bir noktada bitse de gitsek diye iç geçiriyor insan.

Final Yorum

The Batman kesinlikle sinemada izlemeniz gereken bir yapım. Özellikle Gotham’ın o karanlık ve pis havası mükemmele yakın işlenmiş. Ayrıca ilk 2 saati o kadar iyi ki yer yer Nolan’ın Dark Knight’ını geçen sekanslar çıkıyor önümüze. Oyunculuklar ve görüntü yönetmenliği gerçekten çok iyi. Müzikler de son yıllarda bir filmde dinlediklerim arasında en iyilerdendi bence.

Lakin şaheser olabilecek yapım final sekansında işi bir miktar batırıyor ve 8/10’luk bir film olarak noktalanıyor. Her şeye rağmen The Batman kesinlikle devam etmesi ve diğer stüdyoların örnek alması gereken bir stil. Şu haliyle Nolan’ın Batman Begins’i ayarında diyebiliriz. Umarım devam filmleri Dark Knight çıtasının üzerine çıkabilir.

Bir cevap yazın

Ziyaretçi